HDP’li Ziya Pir: Demokrasinin yolu Kürt halkının mücadelesinden geçer Ruken Hatun Turhallı 2020/02
- Ruken Hatun Turhallı
- 8 Eki 2020
- 8 dakikada okunur

HDP’li Ziya Pir: Demokrasinin yolu Kürt halkının mücadelesinden geçer Ruken Hatun Turhallı 2020/02/05 - 00:03 Söyleşi
Ruken Hatun Turhallı BasNews – Ziya Pir, Ekonomist ve Yönetici kimliğinin yanı sıra, Türkiye genel seçimlerinde HDP’nin Diyarbakır adayı olarak TBMM’nin 25’inci ve 26’ıncı dönem milletvekili oldu. Milletvekilliği temsili ile birlikte, NATO PA (NATO Parlamenter Asamblesi) üyeliği görevininde bulundu. Üye sıfatıyla katıldığı 62'inci Genel Kurulu Toplantısı’nda gerçekleşen seçimler sonucunda, NATO PA’nın Güvenlik ve Teknoloji Eğilimleri Üst Komitesi Başkan Yardımcılığı’na seçildi. HDP Milletvekili Ziya Pir ile HDP’nin Kürt ve Türk seçmen nezdinde algılanış biçimlerini ve beklentilerini, HDP’ye ana akım medya tarafından uygulanan yasakları, Kürt olmayıp Kürtlerle ortak mücadelede bulunmanın zorluklarını ve en son olarak NATO PA’nın Güvenlik ve Teknoloji Eğilimleri Üst Komitesi Başkan Yardımcılığı’na seçiliş süreçlerini, buradaki görev ve sorumluluklarını konuştuk. Ziya Pir Kürtlerin mücadelesinde bulunma gerekçelerini şöyle açıklıyor: ‘Demokrasiye, evrensel hukuka, insan ve halkların haklarına gerçekten inanan birisi Türkiye’de siyasette ben de varım diyorsa önce Kürt halkının ve diğer ezilenlerin mücadelesiyle ilgilenmelidir. Türkiye’de batılı manada sürdürülebilir demokrasi kavgasının yolu Kürt halkının mücadelesinden geçer.’ Kürt olmayıp Kürtlerin mücadelesi içinde yer alarak, birlikte hareket etmenin sizde yarattığı duygular ve zorlanmalar nelerdir? Demokrasiye, evrensel hukuka, insan ve halkların meşru haklarına gerçekten inanan birisi Türkiye’de, siyasette ben de varım diyorsa önce Kürt halkının ve diğer ezilenlerin mücadelesiyle ilgilenmelidir. Türkiye’de batılı manada sürdürülebilir demokrasi kavgasının yolu Kürt halkının mücadelesinden geçer. Bu mücadelede en zorlandığım ve anlamlandıramadığım nokta şudur ki, Kürtlerin bir kısmı bu gerçeklikleri görmemekte, bazı Kürtler şahsi kaderlerini bir halkın kaderinin üstünde görmekteler. Eğer kendi aralarındaki ideoloji kavgalarını bir kenara bırakmazlarsa, Kürt halkının kaderinin küçük iktidar çıkarlarından daha önemli olduğunu kabul etmezlerse, Kürt kalkının büyük bir özlemle beklediği ulusal birlik konusunda maalesef başarılı olamazlar! Kanımca Ortadoğu ve Türkiye’nin kalıcı ve sürdürülebilir bir demokratik sistemini inşa etme sorunu var. Bunun nedenlerinden biri kuşkusuz geçmişten beri süregelen kolaycı ‘’devlet baba’’ geleneğidir, ama asıl nedeni ise muktedirlerin Ortadoğu’da hala işe yarayan ve morfin etkisine sahip olan ‘’devlet baba’’ geleneğini kullanarak iktidar ve güçlerini korumak için aldıkları birtakım önlemlerdir. Bu önlemler sayesinde ne kendileri ne de halk sorgulayıcı bir demokrasi anlayışına sahip olamıyor. Ortadoğu’da demokrasi sorununun yol açtığı hak ihlallerinin en ağır sonuçlarını yaşayanlar da kuşkusuz Kürtlerdir. Bulunduğu coğrafyada nüfusu 50 milyona yaklaştığı söylenen bir halkın sığınacağı bir devleti ya da devlet tarzı yapılanması da söz konusu olamıyor. Uluslararası hukukta self-determinasyon hakkı tanımlanırken, bir halkın mevcut sınırları değiştirmeden aidiyet hissettiği devlet içinde yaşayabilmeyi tercih edebilir durumu söz konusu. Aynı halk bu hakkı otonom bir yapı kurarak ya da başka bir devlet kurma biçiminde kullanmak isteyebilir. Ben de devlet, egemenlik ve hatta iktidar kavramlarına uluslararası hukuk perspektifinden yaklaşıyorum. Ve Kürtlerin devlet kurma talebine karşı çıkmıyorum. Bir halkın kaderini tartışırken, uluslararası platformlarda edindiğim tecrübelere de dayanarak söylüyorum ki gerçekçi olmayı öğrendim. Sorunuza dönecek olursak; demokrasiye, evrensel hukuka, insan ve halkların haklarına gerçekten inanan birisi Türkiye’de siyasette ben de varım diyorsa önce Kürt halkının ve diğer ezilenlerin mücadelesiyle ilgilenmelidir. Türkiye’de batılı manada sürdürülebilir demokrasi kavgasının yolu Kürt halkının mücadelesinden geçer. Türkiye’deki siyasi figürler HDP’yi salt Kürt partisi olarak göstermeye çalışırken, bir kesim Kürtler de HDP’yi salt Türkiye partisi olarak görmekte, sizce HDP’nin Türkiye siyaseti içerisindeki konumu nedir? HDP temel dinamiği Kürt hareketi olan Türkiye yasalarına göre kurulmuş legal siyasal bir partidir. Barındırdığı farklı siyasal formasyonlara sahip birey ve grupların ortaklaştığı, dert edindiği ve çözüme kavuşturmak için yoğun enerji sarf ettiği konuların başında deminde sözünü ettiğim Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun kronikleşmiş Kürt meselesi ve demokrasi eksikliği gelmektedir. Bu açıdan bakınca HDP’nin Türk veya Kürt partisi değil de demokratların partisi olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Hakan’ın ‘Tarafsız Bölge’ programına katılımınız için size yaptığı şartlı çağrıya, sizin Tahir Elçi olayını hatırlatmanız durumu yaşandı. Türk medyasının bir bütün HDP’lilere yönelik yayın politikalarını nasıl görüyorsunuz? Türk medyasının devlet merkezli yaklaşımı yeni değildir. Devletin ötekileştirdiği tüm toplumsal kesimlere yönelik yayın politikası adeta kalemle belirlenmişçesine çizilmiştir. İktidara yaranmak için aynı manşetlerin, kelimesi kelimesine aynı olan köşe yazılarının yazıldığı bir medyadan bahsetmekteyiz. Akademik özgürlüğün olduğu demokrasilerde Türk medyasının içine düştüğü bu durumla ilgili makaleler yazılıyor, mastır öğrencileri ödevlerini Türk medyasının bu hali üzerine yazmaktadır. Türk medyasının karikatürize halinden Kürt meselesi ve HDP de nasibini almaktadır. Son 4 yıldır HDP’nin tartışıldığı neredeyse hiçbir programda HDP’lileri göremezsiniz. Tutuklu olan Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, İdris Baluken, Gultan Kışanak tartışılır programda; ama cevap hakkı için talepte bulunan, Tv kanalını arayan avukatlara söz hakkı verilmiyor. Daha birkaç hafta önce HDP’ye, bileşenlerine, milletvekillerine, yöneticilerine her gün hakaret eden gazeteler bir günde kapandı. Çünkü bu gazetelerin toplumda karşılığı yoktur ve bu tür propaganda araçlarının musluğu kapanınca ömrü de kısa olur. Ahmet Hakan meselesine gelince, evrensel normlara göre ifade özgürlüğünün olduğu bir mekan-zaman-toplumsal ortamda ‘şart’ koşulmaz. Öncelikle vurgulanması gereken husus, davet edenin kendisi de programı da tarafsız olmalıdır. Kaldı ki Ahmet Hakan beni davet etmekten ziyade gazete köşesinde ucuz polemik yapmayı hedeflemişti. Daha sonraki bir yazısında ‘’omurgasız’’ olduğunu kabul edince benim için de konu kapanmış oldu. NATO Parlamenter Asamblesi Üst Komitesi Başkan Yardımcılığına Türkiye’nin itirazına rağmen büyük bir oy farkıyla seçildiniz. Bize bu süreci ve çalışmalarınızı biraz anlatır mısınız? NATO-PA’da NATO’ya üye devletlerin ve gözlemci ülkelerin milletvekilleri bulunur. Bu milletvekillerinin hepsi NATO taraftarı değildir, hatta NATO karşıtları dahi vardır. Milletvekili seçilene kadar çocukluğundan itibaren Avrupa’da yaşamış birisi olarak NATO-PA platformunda yabancılık çekmedim, hem mensubu olduğum sosyalist grupta hem de diğer gruplarda hızlıca dostluklar edinip güçlü bir ilişki ağı ve ittifaklar kurmaya başladım. Çünkü başarılı bir lobi çalışması için en önemli husus sizin haklılığınız değildir, ilişki ağınızdır. NATO-PA kendi mücadelemizde lobi ve diplomasi çalışması yürütebileceğimiz en önemli platformlardan birisidir. HDP’nin ve Kürt halkının en ağır saldırılar altında olduğu bir süreçte HDP’li milletvekillerinin NATO-PA veya AKPM’de sade bir üye olmaları yeterli değildir, karar mercilerinde bulunmaları gerekiyor. NATO-PA’daki seçimlerden yaklaşık 6 ay önce eş genel başkanım sayın Demirtaş’la bu konuyu konuştum ve adaylığımı kararlaştırdık. Kurmuş olduğum ilişki ağları sayesinde bütün grupların oylarıyla önce alt ve bir yıl sonra üst komitede başkan yardımcılığına seçildim. HDP ve önceki partilerimizin tarihinde ilk defa bir milletvekilimiz uluslararası bir alanda bir pozisyona seçilmişti. NATO-PA’da gözlemci ülkeler dahil 40 civarında ülkenin nüfuzlu milletvekillerine, bakanlarına ve dolayısıyla tezlerimizi o ülkelerin karar mercilerine taşıma imkanı vardır. Diplomaside savunduğum bir yöntem vardır: Tezlerini kendin savunma, senden daha güçlü olana savundur! Böylece örneğin NATO-PA’da başkalarının Türkiye ve Kürtler ile yazılı raporlarında bizim hazırladığımız tezler yer almıştır. Toplantılarda bu tezleri güçlü ülkelerin milletvekilleri savunmuştur. Türkiye NATO üyesi bir ülke. Bulunduğu coğrafyada NATO çıkarları çerçevesinde ordusunu gelişmiş NATO silahlarıyla donatıyor ve çoğu kez (Kuzey ve Rojava Kürdistanı’nda) Kürt sivil yerleşim yerlerine bu silahlarla saldırılar düzenliyor. Türkiye’nin NATO’dan aldığı gücü bu şekilde kullanması NATO içerisinde tartışılıyor mu? Tartışılıyor ise hangi düzeyde tartışılıyor? NATO gerek Sovyetlere karşı bir karakol işlevi, gerek İran’da Humeyni’nin iktidara gelmesi, Suriye’nin Sovyet yanlısı Baas rejimi tarafından yönetilmesi ve Kürt siyasal hareketi ile olan ideolojik farklılık nedeniyle Türkiye’ye askeri ekonomik ve politik destek sunmuştur. Türkiye NATO’dan aldığı bu destekle Kürdistan coğrafyasında BM sözleşmesine ve NATO anlaşmasına aykırı, uluslararası silahlı çatışmalar hukukuna aykırı, savaş suçu niteliğinde bir dizi suç işledi. Türkiye’nin bu suç pratiklerine kolayca başvurmasının nedeni kısaca NATO’nun Türkiye’ye biçtiği rol ve Kürtlerin etkili diplomasi yollarını yeterince kullanamamaları olmuştur. Ancak NATO dediğimiz yapı statik bir bünyeye sahip değildir. Nasıl ki 1990ların başında Sovyetlerin dağılması sonrası stratejik konseptini değiştirmiş, kendini yeni düzene göre dönüştürmüşse, 2001’deki 11 Eylül ile güvenlik konseptinde ve 2011’de başlayan Arap Baharı sonrası da NATO stratejik konseptinde değişim dönüşüm olmuştur. Rojava ve Şengal’de Kürtlerin İŞİD’e karşı kendilerini ve uluslararası toplumu korumaları Kürtlere Batının sempati ile yaklaşmasına yol açmıştır. Ayrıca Türkiye’de barış süreci olarak adlandırılan 2013-2015 döneminde Kürtlerin barıştan yana ısrarcı olmaları Batı kamuoyunda olumlu etkiye yol açmıştır. Üçüncü bir husus da Erdoğan rejiminin içeride otoriter bir yapıya geçmesi, dış politikada ise irredentist (Rusya’dan S-400 silahlarının uyarılara rağmen alınması, Rojava’yı işgal operasyonu, Doğu Akdeniz’deki tutumu, İŞİD ve diğer selefi örgütler ile ilişkisi vb) anlayışa hakim olması NATO tarafından sorgulanmasına neden olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’nin işlediği suçlar, üyelik durumu ve NATO’nun varlık gerekçelerinin tartışılmaya açıldığını söyleyebiliriz. Fakat bu tartışmalar ileri bir noktaya taşınamaz çünkü batılı ülkelerin Türkiye’yi en çok suçladığı nokta BM antlaşmasının 51’nci maddesine aykırı olarak Suriye topraklarına müdahalesidir. Ancak daha önce ABD, Afganistan ve Irak’ta 51’nci maddeyi hiçe sayarak, sahte evraklar üreterek müdahalede bulunduğu ve bir yaptırımla karşılaşmadığı için Türkiye’ye de bir yaptırımda bulunamazlar. Burada asıl sorun BM antlaşmasının özellikle 51’nci maddesinin yeniden yazılarak güçlendirilmemesidir. Trump’ın NATO-ME’ye ilişkin yaptığı açıklamalar ne kadar realist ve NATO’nun kuruluş ilkeleri bünyesinde uygulanabilir zemini var mıdır? Demin ifade ettiğim gibi NATO dönemsel çıkarlar gereği stratejik ve güvenlik konseptinde değişim ve dönüşüm yapabilen bir yapıya sahiptir. İŞİD karşıtı uluslararası koalisyonun bileşenlerinin çoğu NATO üyesi ülkelerdir. ABD Başkanı Trump, İran'ın balistik füze saldırılarının ardından "İran savaşı tetikledikçe Ortadoğu'ya barış ve istikrar gelmeyecek. Ancak daha ileri gitmesine izin verilmeyecek. NATO'dan da bu sürece daha fazla müdahil olmasını isteyeceğim" ifadelerini kullanmıştı. NATO ülkelerinin bir kısmının Ortadoğu’da işbirliği yaptığı ülkeler zaten mevcut, Katar gibi ülkelerde NATO üyelerinin üsleri bulunmaktadır. Trump’ın NATO-ME çıkışının arka planında maddi kaynak yaratma çabasının yattığını biliyoruz. Bazı NATO üyeleri %2 kararına direndiğinden veya uyamadığından dolayı Trump yeni maddi kaynak arayışında Ortadoğu halklarının petrol zenginliklerine NATO olarak da göz dikmiştir. NATO-ME tartışılmaya başlandı ve daha soft bir biçimde gerçekleşmesi ve Ortadoğu halklarının kendi yöneticilerinin tutumuna bağlı olarak daha fazla sömürülmesi maalesef mümkün olabilir. NATO Afganistan, Somali, 90’larda Balkanlar ve Libya’ya müdahale ederken Irak ve Suriye’ye müdahale etmeye yanaşmadı. NATO bu durumu hangi gerekçelere oturtuyor? NATO sözleşmesine değil de pratiklerine bakıldığında NATO’nun bir demokrasi ve evrensel haklar ve değerler bekçisi olmadığını söylemek mümkün. Bu yüzden NATO’nun müdahale kararlarında ki resmi gerekçelere odaklanmamak lazım. NATO’nun ve özellikle ABD’nin dönemsel olarak stratejik ve güvenlik konseptinde çıkarlarına göre değişiklikler olmuştur. Ayrıca söz konusu müdahalelerin gerçekleştiği coğrafyaların ve dönemlerin ortak özelliği kırılgan yapı ve direnç gösterebilecek güçlerin bulunmamasıdır. Libya müdahalesi sonrası Rusya MENA’daki (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) etki alanının daraldığını gördüğü için Suriye’ye askeri müdahale seçeneklerini BM Güvenlik Konseyinde veto etti. Yani NATO Suriye’de Rusya ve Çin gibi güçlerin direnci ile karşılaştı. O nedenle doğrudan bir NATO müdahalesinden bahsedemeyiz Suriye’de. Gelecek Partisi Sözcüsü Selim Temirci’nin Selahattin Demirtaş’ı hedef alan açıklaması Kürt kamuoyunda büyük bir tepkiye neden oldu. Gelecek Partisi’nin Demirtaşı hedef almasının amacı neydi? Siz Ahmet Davutoğlu’nun bildiği durumları parti sözcüsüne anlatmasını salık verdiniz. Bildiğiniz şeyleri anlatmama nedeni olarak yeni bir çözüm sürecine olan inancınızdan olduğunu ifade ettiniz. Sizce yeni bir çözüm sürecinin zemini var mıdır? Olursa nasıl olabilir? Savaşın olduğu bütün ortamlarda barış umudu vardır, olmalıdır. Bizim mücadelemizin motivasyonlarından biri de devletin 2015’te devirdiği çözüm masasına tekrar oturtmaktır. En azından şimdilik bunun AKP ve Erdoğan ile gerçekleşme olasılığının sıfıra yakın olduğunu öngörebiliyoruz. Sayın Demirtaş Çözüm Sürecindeki heyet içinde yer alması, HDP Eş genel Başkanlığı döneminde ve sonrasında cezaevindeki duruşu, hep Kürt meselesinde demokratik çözümü önceleyen pozisyonda oldu. Zaten bu nedenle de Türkiye toplumunda bunca baskıya rağmen popülaritesini korumaktadır. Kürt meselesi Türkiye’nin zayıf karnıdır. İktidara gelmek isteyen de iktidarını korumak isteyen de Kürt Meselesi üzerinden politika yapmıştır, yapıyor. Gelecek Partisi’nin Sayın Demirtaş’ı hedef almasının yegâne amacı devlet içindeki kimi odaklara ‘devletin kronik sorunlarında ben devletin kurucu zihniyetinden yanayım’ mesajı vermek içindir. Ama bu mesajın mevcut Erdoğan’ın ‘şahsım’ diye nitelendirdiği devlet nazarında karşılık bulmadığını belirtebiliriz. Çünkü Temurci ve ardından Davutoğlu’nun geçmişten ders çıkarmadan devletin güvenlikçi politikalarını öne çıkaran, Kürt meselesinde çözümü öncelemeyen açıklamalarının akabinde, Gelecek Partisi’ne yakınlığıyla bilinen Bilim ve Sanat vakfına kayyum atandı. Daha önce Sayın Demirtaş’ın bir konuşmasında ifade ettiği gibi ‘krala yaslanma düşersin’ sözü Kürt meselesi, temel hak ve özgürlükler bağlamında tam da Gelecek Partisi için yeniden söylenmelidir. Yeni bir çözüm sürecinin nasıl olacağı konusundan ziyade nelerin konuşulacağı önemlidir. Benim şahsi düşünceme göre üç nokta ön plana çıkıyor: birincisi Kürtler her alanda kendi öz benliğiyle var olmalı, hakim ulusun öz benlikleriyle değil. Bu da anayasada yer almalı. İkincisi anayasanın belirttiği egemenlik kavramında, yani ortak kurulan cumhuriyetin yönetiminin her kademesinde Kürtler yine kendi öz benlikleriyle (örneğin yerelde kendi kültürüyle, diliyle, değerleriyle vs) yer almalı. Ve üçüncüsü, devlet geçmişiyle yüzleşmeli. Anayasada yer almayan hiçbir uygulamanın dayanağı yoktur ve keyfidir. Türk siyasetçilerinin Kürt liderlere karşı diplomasi kültüründen uzak bir dili kullanmalarının sebepleri sizce nelerdir? Türkiye gibi (stratejik) orta büyüklükte devletler kırmızı çizgilerle hareket ederler. Kırmızı çizgilerin aşıldığı hissinin geliştiği zaman diliminde devlet yöneticileri, hele ki devlet yönetmeye yönelik formasyonu da yoksa, diplomatik nezaketten uzaklaşırlar. Osmanlı döneminden Cumhuriyetin kuruluşuna ve günümüze değin Türkiye’de Ermeni Meselesi, Rum Meselesi, Kürt Meselesi gibi sorunlar kırmızı çizgi olarak devletin genetiğine işlenmiştir. Kürtler söz konusu olduğunda devlet söylemi “terör, gericilik, aşiret reisi, şaki” gibi kavramlar üzerinde gelişmektedir. Kürtlerin özne olabileceği, kendi kararlarını kendileri tarafından alınabileceği, self-determinasyon hakkının olduğu düşüncesi Türkiye devlet yöneticilerinde henüz oturmamıştır. Kısacası devletin klasik söylemi, Kürtlerin özne olarak görülmemesi, Türkiye’nin kırmızı çizgileri ve AKP elitlerinin formasyonu diplomatik nezaketten uzak bir söylemin gelişmesine neden olmaktadır.
Комментарии